Atatürk Dönemi’nde (1923-1938) Dünya ve Türkiye

Dünya tarihine bakıldığında tüm dünyayı etkileyen gelişmelerden sonra yeni bir dünya düzeni kurulmuştur. I. Dünya Savaşı’nda da dünya, insanlık ve uygarlık büyük bir darbe almış, milyonlarca insan ölmüştür. Bu nedenle, yeni dünyada yeni savaşın çıkmasını önlemek, savaş sonrasında kurulacak olan dünya düzenini, barışı koruyacak uluslararası bir örgütün kurulması ihtiyacı ve düşüncesi ortaya çıkmıştır. Yenen ve yenilen devletler arasında antlaşmalar yapmak, yeni bir dünya düzeni oluşturmak üzere toplanan Paris Konferansı’nda 28 Nisan 1919’da Cemiyet-i Akvâm (Milletler Cemiyeti) oluşturulmuştur. Bu cemiyet; uluslararası işbirliğini geliştirmek, barış ve güveni sağlamak, yeniden savaşların çıkmasını önlemek, sorunları diplomasi yöntemiyle çözmek, gizlilikten uzak adaletli ve onurlu bir uluslararası politika sürdürmek için kurulmuştur.


Dikkat: 28 Nisan 1919’da kurulan Cemiyet-i Akvâmın (Milletler Cemiyeti) yerine II. Dünya Savaşı sonrasında benzer amaçları yerine getirmesi için Türkiye’nin de kurucu üye olduğu bugünkü Birleşmiş Milletler (United Nations) 24 Ekim 1945’te kurulmuştur.


Böyle bir anlayışın ortaya çıkması ve Milletler Cemiyetinin ortaya çıkarılmasından sonra dünya barışının korunmasını ve silahsızlanmanın gerçekleştirilmesini sağlamak için devletler arasında antlaşmalar ve paktlar oluşturulmuştur. Bunlardan biri Locarno Antlaşması’dır. Locarno Antlaşması’nın imzalanmasında; Almanya’nın Fransa’ya savaş tamirat borcunu ödemesine yönelik kabul edilen 1924 Dawes Planı ortam hazırlamıştır. Bu plan ile Fransa-Almanya ilişkilerinin kısmen düzelmesini sağlamıştır. Düzelme olmakla birlikte, Fransa’nın güvenlik kaygısını gidermek amacıyla Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Polonya, Çekoslovakya ve Belçika arasında 1 Aralık 1925’te Londra’da imzalanmıştır. Almanya bu antlaşma ile Fransa ve Belçika sınırlarının kesin ve sürekli olduğunu kabul etmiş, uluslararası işbirliğine yeniden girmiş, sorunların barışçıl yöntemlerle çözülmesinin örneği verilmiştir. Bu sayede Almanya Milletler Cemiyetine üye olmuştur.

Bu süreçte barışı sürdürme çabaları içinde dikkati çeken uluslararası paktlardan biri de Kellogg-Briand Paktı’dır. Bu Pakt; Locarno Antlaşması’na rağmen, Almanya’dan çekinen Fransa, ABD ile karşılıklı ilişkilerinde savaşa başvurulmaması ilkesine dayalı bir barış paktı yapmayı istemesi ile ortaya çıkmıştır. Bunu reddeden ABD, bütün büyük devletlerin, muhtemel bir savaşı lanetleme paktı imzalamalarını önermiştir. Öneri Almanya, İngiltere, İtalya, Japonya, Belçika, Polonya, Fransa, Çekoslovakya tarafından kabul edilmiştir. Pakt, ABD Dışişleri Bakanı Frank Kellogg ile Fransız Dışişleri Bakanı Aristite Briand öncülüğünde Paris’te 27 Ağustos 1928’de imzalanmıştır. Bu Pakt ile ülkelerin topraklarına yapılacak saldırılara karşı yapacakları savunma savaşı dışındaki savaşlar kanun dışı sayılmış, Pakt’a aynı yıl Türkiye ve 1929’da “Litvinov Protokolü” ile de Sovyetler Birliği katılmıştır. Ancak bu dönemde uluslararası ilişkilerde dünyada oluşturulan ve kısa süren bahar havasında oluşturulan paktlar, yapılan antlaşmalar işlevsel kalmıştır.

I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeninden memnun olanlar (anti-revizyonist) olduğu kadar, memnun olmayanlar da vardı. Almanya oluşturulan yapıdan memnun olmayan, bu düzenin değiştirilmesini, gözden geçirilmesini isteyen (revizyonist) ülkelerin başında yer almıştır. I. Dünya Savaşı’ndan ağır kayıplarla çıkan Almanya’da ordudan onbaşı rütbesiyle terhis olan Adolf Hitler, kısa bir süre içerisinde Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (National Sozialistische Deutsche Arbeiter Partei-NSDAP) veya Nazi Partisinde ön plana çıkmaya başlamıştır. Parti içerisinde görüşleriyle etkili olmuş, ideolojisini oluşturmuş ve örgütlenmeye başlamıştır. Almanya’nın savaş tazminatını ödemede zorlanması ve 1929 dünya ekonomik buhranından fazlaca etkilenmesi Hitler’in ve ideolojisinin yükselmesine neden olmuştur. Yaşanan ekonomik ve sosyal sorunlar Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisinin 1932 sonunda yapılan seçimlerde % 37 oy almasına, 230 üye kazanarak büyük bir başarı elde etmesine neden olmuş, Cumhurbaşkanı Hindenburg 30 Ocak 1933’te Hitleri Başbakanlığa atamak durumunda kalmıştır.


Önemli: Revizyonist devletler; I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeninin değişmesini, gözden geçirilmesini isteyen politika yapıcı devletlerdir. Bunlar; Almanya, İtalya ve Japonya’dır. Bu politika yapıcı devletlere Bulgaristan gibi küçük devletler eklenecektir.


Almanya’da Cumhurbaşkanı Hindenburg’un 2 Ağustos 1934’te ölümünün ardından, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık makamlarını kendisinde birleştirerek “Führer” olduğunu ilan etmiştir. Bundan sonra totaliter bir devlet anlayışını Almanya’da egemen kılmaya başlamış, sınırlar dışında kalmış tüm Almanların tek bir çatı altına toplanmasını, Doğu’da bir “yaşam alanı” oluşturulmasını, Versailles (Versay) Antlaşması’nın kısıtlayıcı hükümlerini kaldırarak yayılmacı bir politikayı esas almıştır. Silahsızlandırma konferansından, Milletler Cemiyetinden Almanya’yı çekmiş, kara, deniz ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye başlamış, 1934 yılında Avusturya’daki Nazileri kullanarak Avusturya’yı almak istemiş, bunda başarılı olamamıştır. Ancak Hitler aynı politikayı devam ettirmiş 1 Mart 1935 yılında Saar bölgesini silah kullanmadan ülkesine katmış, 12 Mart 1938’de Avusturya’yı işgal etmiştir. Almanya’nın bu tutumu oluşturulan dünya düzenini ve uluslararası ortamı, gündemi belirleyen temel faktörlerden biri olmuştur.


Önemli: Antirevizyonist devletler; I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeninin değişmesini, gözden geçirilmesini istemeyen politika yapıcı devletlerdir. Bunlar; İngiltere, Fransa, ABD’dir. Bu politika yapıcı devletlere kararsızlık gösteren Sovyet Rusya gibi devletler eklenecektir.


I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeninden memnun olmayan, değiştirilmesini, gözden geçirilmesini isteyen, revizyonist devletlerden biri de İtalya’dır. İtalya savaştan galip devletler arasında yer almasına karşın memnun olmayan ülkelerden olmuştur. İtalya’da halk savaş sonrasında ağırlaşan sosyal ve ekonomik şartlar nedeniyle büyük sıkıntı ve umutsuzluk içinde olmuştur. Bu ortamda İtalya’da Faşist Partinin liderliğini yapan Benito Mussolini 31 Ekim 1922’de iktidara gelmiştir. Mussolini başbakan olduktan sonra İtalya’da Faşist Parti dışındaki bütün partiler, sendikaları kapatmış, bütün özgürlükleri ve demokrasiyi ortadan kaldırmıştır. İtalyanlaştırma politikası takip ederek azınlıkların İtalya’ya entegrasyonunu sağlamaya çalışmış, eğitim-kültür başta olmak üzere her alanda faşizmin ilkelerini egemen kılmıştır. Dış politikada Roma İmparatorluğu’nun eskiden egemen olduğu bölge ve topraklarda yeniden egemen olmak istemiştir. Akdeniz’i bir iç deniz hâline getirmek amacıyla hareket etmiş, Anadolu ve Afrika’da toprak edinmek istemiştir. Bu da zaman zaman Türk-İtalyan ilişkilerini germiştir. Bu bağlamda İtalya’nın 3 Ekim 1935’te Habeşistan’ı işgal etmesi uluslararası ortamı tedirgin etmiştir. Büyük ümitlerle oluşturulan Milletler Cemiyeti işgali sonlandırmada başarılı olamamıştır. İtalya, bu yaşananlardan sonra Milletler Cemiyetinden ayrılmış, 5 Kasım 1937’de Alman-Japon Anti-Komintern Paktı’na katılmıştır.

Bu süreçte; uluslararası ortamda gerginlik yaratan, kurulmuş dünya düzeninden rahatsız olan, değişmesini isteyen bir başka yayılmacı ülke ise Japonya’dır. Japonya önceliği askerî alana vererek modernleşmeyi gerçekleştirmiş, Avrupa’daki güçlü devletlerle rekabet edebilir hâle gelmiş ve güçlenmiştir. Bu nedenle, Uzak Doğu’da kurulmuş olan düzeni tehdit eden girişimlerde bulunmuştur. “Asya Asyalılarındır” anlayışıyla Çin üzerindeki Avrupalıların etkisini kırmayı amaçlamıştır. İmparator Hirohito (D:1926-Ö:1989)’nun başa gelmesinden sonra Japonya hızla gelişmeye başlamış, “Japon mucizesi” veya “Altın çağ” olarak adlandırılan “Showa dönemi (1926-1946)” başlamıştır. Bu süreçte 1929 yılında dünya ekonomik bunalımı ortaya çıktığından, Japonya ülkede askerî alana öncelik vermiş, baskıcı bir yönetim uygulamaya başlamış, bir anlamda İtalya gibi faşizme geçmiştir. Sanayileşmesi için ham madde bulmak, 1929 dünya ekonomik bunalımının olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak için 18 Eylül 1931’de Mançurya’ya saldırmıştır. Bu saldırıyı da Milletler Cemiyeti engelleyememiştir. Buradan cesaret alan Japonya; Çin’e saldırmış, Uzak Doğu’da gerilimin doruğa çıkmasını sağlamıştır.


Dikkat: “Asya Asyalılarındır” sözü Çarlık Rusya’sını 1905 yılında yapılan savaşta yenen Japonya İmparatoru Mutsuhito (1867-1912) tarafından söylenmiştir.


Sovyet Rusya’da, Lenin’in 21 Ocak 1924’teki erken ölümünden sonra, Joseph Stalin iktidara gelmiş, Trotski (Troçki) gibi komünist devrimin önde gelen mimarlarını tasfiye etmiş, 1927’den itibaren de mutlak iktidarını sağlamıştır. Stalin sosyalizmi kendine göre yorumlayarak uygulamalarıyla döneme damgasını vurmuş, her devlet ve toplum hayatının tüm alanlarında “doğrular” Stalin tarafından belirlenmiştir. II. Dünya Savaşı’na kadar Stalin’in Sovyet Rusya’sı bazen düzenin, statükonun değişmesini isteyen revizyonist gruba bazen de düzenin değişmesini istemeyen antirevizyonist gruba yakın politika takip etmiştir. İlk olarak Avrupa tarafından dışlanmış Almanya ile 24 Nisan 1926’da bir saldırmazlık antlaşması imzalamıştır. Ancak Almanya’nın kuruluşundan itibaren takip etmiş olduğu “Doğu’ya Doğru” politikası nedeniyle bu ülkeye kuşku duyduğundan, Sovyet Rusya 1929 yılında sınırdaşı olan ve sonradan Türkiye’nin de dahil olduğu Litvinov Protokolünü imzalamıştır. Almanya’da Hitlerin iktidara gelmesi, Avrupalı politika yapıcı güçlerin Almanya’yı Sovyet Rusya’ya karşı kullanabilecekleri endişesiyle Stalin’in kuşkuları artırmıştır. Bu nedenle, Sovyet Rusya Avrupalı devletlerle Almanya’ya karşı iş birliğine yöneltmiş. Ancak bunda sonuç alınamamıştır. Bu kuşkulu durum Almanya ile II. Dünya Savaşı öncesinde yaptığı saldırmazlık antlaşmasına kadar devam edecektir.

I. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan dünya düzeni sonrasında uluslararası ortam gergin olmuş, bu gergin ortam II. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. Devletler, Milletler Cemiyeti önderliğinde kurulan barıştan ve düzenden memnun olmamışlardır. Bu süreçte barışı korumak üzere kurulan Milletler Cemiyeti, diğer uluslararası girişimler, diplomasi yöntemleri başarısız olmuştur. Oluşturulan düzenin veya statükonun korunması gerektiğini her fırsatta söyleyen İngiltere gerekli adımları atamamış, sadece kendi çıkarları ve sömürgelerinin güvenliğine odaklanmıştır. Bu uluslararası ortam, dünyadaki gelişmeler Atatürk Dönemi (1923-1938) Türk dış politikasını etkilemiş, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin dış politika ilkelerinin şekillenmesine neden olmuştur.

Yukarıda Atatürk Dönemi’nde (1923-1938) Türkiye’de yaşanan gelişmeler üzerinde durulduğundan, burada çok kısa bir şekilde Türkiye’nin durumundan ana hatlarıyla söz edilecektir. Türkiye’de 29 Ekim 1923’te egemenliğin kaynağının Türk milletinde olduğu yeni bir yönetim biçimine geçilmiş, cumhuriyet ilan edilmiştir. Bu Türk siyasi tarihi bakımından çok önemli bir değişim-dönüşümdür. Kısa bir süre sonra 3 Mart 1924’te Türkiye’yi laikleştiren üç temel yasa kabul edilmiş, yine egemenliğin kaynağının millette olmasının önündeki engellerden biri olan halifelik kaldırılmış, Tevhîd-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş, laik, karma ve birleşik eğitim-öğretime geçilmiş, din işlerinden sorumlu Diyanet İşleri Başkanlığı oluşturulmuştur. Ayrıca, 1928 yılında Anayasanın laikleştirilmesi sağlanmış, siyasal ve sosyal açıdan kadın-erkek eşitliğini sağlamak amacıyla kadınlara birtakım haklar tanınmıştır. Yeni bir devlet, toplum ve birey oluşturmak amacıyla, Türk modernleşmesi bağlamında, kültür, sanat çalışmalarına önem verilmiş, halkevleri, halk odaları oluşturulmuş, bireysel gelişime önem verilmiştir.

Atatürk, Türkiye’de demokratik bir cumhuriyet meydana getirebilmek amacıyla 9 Eylül 1923’te Cumhuriyet Halk Partisini kurmuş, CHP 27 yıl iktidarda kalmış, Sivas Kongresi’nekadar giden geçmişiyle Türkiye’nin kurucu partisi olmuş, modernleşmesini sağlamış, millî egemenliğin “halk tarafından ve halk için” kullanılmasını sağlamış, ülkenin tek siyasi aracı olmuştur. Atatürk’e muhalefet edenler tarafından 17 Kasım 1924’te kurulmuş olan Terakkiperver Cumhuriyet Partisi Orta Doğu’daki enerji politikaları bağlamında çıkartılan Şeyh Sait İsyanı sonrasındaki Takrir-i Sükun Kanunu sonrasında kapatılmıştır. Bu durum, zor şartlar altında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatmanın çok daha önemli olduğunu göstermiş, devletin yaşaması demokratik olup olmamasından daha önemli görülmüş, güvenlik kaygıları ön plana çıkmıştır. Bu yüzden, 1925 yılından sonra Türkiye’de tek parti yönetimi oluşmuş, Türkiye’de modernleşme süreci hızlı bir şekil almıştır. Bu süreçte; Türkiye’de var olan tek devlet, tek millet ve tek parti anlayışı özellikle İtalya, Almanya, Sovyet Rusya’dan farklı olmuştur. Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”şeklinde Türk milleti tanımı; tarihi, sosyolojik ve kültürel bir anlayışla yapılmış, Ankara merkezli yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması için çaba gösteren, sömürgeciliğe karşı çıkan herkes, din, dil, ırk ayrımı gözetilmeksizin Türk milleti olarak tanımlanmıştır. Bu durum 1924 Anayasası’nda karşılığını bulmuş, vatandaş olmak için Almanya’da olduğu gibi kan temeline dayandırılmamış, “anayasal vatandaşlık” kapsamında değerlendirilmiştir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra Türkiye’nin önem verdiği alanlardan biri de ekonomi olmuştur. Atatürk’ün tam bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıktan geçtiği düşüncesinden hareketle, İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen “Misâk-ı İktisadî (Ekonomik And)” çerçevesinde ekonomik ve ticari hayatın şekillendirilmesine çalışılmıştır. Bu bağlamda; yerli sermaye ve girişimci, “millî burjuvazi” yaratılmaya çalışılmış, devletin ekonomideki etkisinin yanında özel sektörün varlığı da kabul edilmiş, o günün şartlarında ve imkânlar dâhilinde desteklenmiştir. Hatta, ülkenin bağımsızlığı ile çelişmeyecek şekilde yabancı ülkelerden sermaye girişine izin verilmiştir. Ancak uygulanan bu liberal, serbest piyasa ekonomisi, yeterli özel girişimci yokluğu ve sermaye olmaması nedenleriyle istenilen sonuçlar elde edilememiştir. 1927 yılındaki Teşvik-i Sanayi (Sanayi Teşvik) Kanunu da kısa bir süre sonra ortaya çıkacak 1929 dünya ekonomik krizi yüzünden beklentileri karşılayamamıştır. Bu krizden daha çok ekonomisi tarıma dayalı ülkeler etkilendiğinden, nüfusunun % 83’ü köylerde yaşayan ve tarımla uğraşan Türkiye krizden en çok etkilenen ülkelerden olmuştur. Bu nedenle, Türkiye’de planlı ekonomiye geçmeye karar verilmiş, Sovyet Rusya’dan uzmanlar çağrılmış, Amerikalı uzmanların raporları da dikkate alınmış, I. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanmıştır. Bir anlamda Türkiye’de 1934 yılından itibaren tam anlamıyla “devletçilik” uygulamalarına geçilmiştir. Bu süreçte “korumacı, devletçi, sanayileşme modeli” uygulanmış, bundan da başarılı sonuçlar elde edilmiş, sanayi alanında çok önemli yatırımlar gerçekleştirilmiştir.



Yorum bırakın

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑

Türk İnkılabı sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın